6 Aralık 2009 Pazar

SENİNLE HİÇ TANIŞMADIK

Ceren merhaba
Seninle hiç tanışamadık. "Keşke tanışmış olsaydık" demiyorum. Şimdi tanışıyoruz.

Ben bir Ceren daha tanıyorum senden bir kaç yaş küçük, babasının tek başına büyüttüğü çok güçlü bir kız. Tanıdığım tüm Ceren isimliler deli fişekler. Anneanneme göre "İnsanlar isimleriyle özdeş olurlar"mış mesela ben adım GÜLSÜM anlamı ay yüzlü, sevgili demekmiş ve gerçekten de yuvarlak yüzlüyüm ve sevecenim

Ceren, güzel gözlü ceylanlar zeki ve çevik olurlar ki yaşamda kalabilsinler ve soyları sürsün... Resimlerine baktım bloğunda, gözlerin çok güzel, zeki ve çevik olduğunda yaptığın işlerden belli. Eeeeee sonuç da belli genç adam

Canımcım babanla oğlumun hastalığı sırasında tanıştım. Oğlumun denize gitme düşünü film yapmak istediğini oğlum gidince öğrendim ve çok mutlu oldum. Eminim yapılan hata düzeltilecek ve sen yaşamında yapacaklarını yapmağa devam edeceksin, kaldığın yerden yaşayacaksın yaşamı.

Mutlu olduğunda küçücük an ve nesnelerden, bu yaşadıkların da yaşam deneyleri olarak kalacak aklının labirantlerinde, inan bana...

Güçlü olmak yaşanan deneylerden çıkarılan güçleri güçsüzlere/güçsüzlüklerimize sunmakla oluyor Ceren... Yaşadığımız her kötülük iyi bir iş yapmamız için sebep olabilir.

Sevgilerimi sana yolluyorum, görüştüğümüzde umarım beni seversin genç aklınla.

Duyduğumda babana sana yollaması için yazdığım duygu dizinlerimin imla hatalarını düzelterek buraya ekliyorum.

Satırlarımda satırlarımda sevgim ve aklım var. Al senin olsun genç adam

(Not: adam=insan=kadın ve erkek :))))))))))))) )



EN BÜYÜK GÜÇ

Özgürlük kafamızdaki kuvvette saklı

Kalabalıklar içinde
Ya da
Kalabanın kafesinde

Bedenimiz tutsak yaşasa da
Özgürlük
Aklımızdaki akıl dayanışmalarımızda

Senle tanışmasa da gözlerimiz
Akıllarımız ortak kütüphanenin kitaplarından
Ve
Tanıyorlar birbirlerini

Yoksa
Nasıl katlanırdı benim aklım
Evlatlarım önlenebilir ölümlerle tek tek çalınırken benden

Ağlarken aklım soğuk yalnızlıkta
Aldığım her başka akılla kalabildim ayakta
Aklın tutulmadıkça ve kelebek kaldıkça
Sen de
Sana ve düşüncelerine inananların akıl ortaklığıyla
Bedenin tutsak olsa da
Özgür olacaksın
Olduğun yerde
Benim aklımda özgürlüğe dair ne varsa sana yolluyorum Ceren

Unutmamalısın
Umut her yerde ve her durumda vardır
Ve
Umut bizi ayakta tutan en güçlü gücümüzdür.


Gülsüm ÇAKIROZUMOK/ Umut ve Ozanın annesi 23160706122009Van/ESO

19 Kasım 2009 Perşembe

Bir nefeste... Soluk soluğa...

Sevgili Ceren
Salı günü görüşteki keyfin, sevgili Pelin'le muhabbetin gözümün önünden gitmiyor. Ona ördüğün yün pelerin de çok güzeldi ve giderken sarındığında Pelin'e çok yakıştı.
Hafta içinde kuzenin (İbrahim Abimin kızı) Arzu senin için bir yazı yazıp bana yolladı. Onu buraya aktarıyor ve seninle paylaşıyorum.

Ne olursa olsun yüzündeki gülücük hiç eksik olmasın...
Seni seviyoruz...
Baban

BİR NEFESTE... SOLUK SOLUĞA...


Aynı evrende soluk alıp veriyoruz aldırmaksızın bir diğerimizin ne olduğuna, ne yaptığına…
Aynı kıtada adımlar atıyoruz önümüze bakmaksızın umarsızca.
Aynı ülkeyi paylaşıyoruz güya.
Gözlerimiz sımsıkı kapalı olan bitenler karşısında ve ne yazık ki herkes kendi hayat kaygısında. Yaşam mücadelesi koyduk ucuz amaçların adını ve farkına dahi varmadan hiçe saydık tek başına mücadele edilemeyeceğini.
Egolar kuşandık yarınların telaşında, rahat bir yaşamak düşledik bireysel çerçevelerde. Gitgide yalnız kaldık ruhumuz bile duymadı.
Yolda özgürce yürürken üstümüze gelen kalabalıktan yakınıyoruz, birlik olamadığımızı kaçırarak gözlerimizden ve aklıma dahi gelmiyor dört duvar arasındaki 20-30 adımlık voltalardaki kısıtlanmalar.
Saatleri sayamıyoruz günlük 09.00-18.00 arası koşturmacalarda, günler birbirini kovaladığını düşünürken biz, zamanın durduğu yerleri unutkanlıklarımızın arasına ekliyoruz.
İsyan yasaklı sözcükler arasındaki yerini aldı sözlüğümüzde, çığlıksa sadece kendi canımız yandığında çıkan bir ünlemden ibaret hale büründü ne başkalarının çığlıkları yankılanıyor kulaklarımızda ne de biz bir başkası için çığlık atmanın gururunu sindirebiliyoruz bünyemize. Oysa ne çok şeyi sindirmiş, sinmişiz dikte edilmişlerle.
Buz kestiğimizin bilincinde dahi değiliz, unuttuk mu ruhun bir başkasının nefesi değmeden ısınmayacağını…
Duyularımızı, duygularımızı duyargalara çevirmişiz yumuşak omurgalı, kıvrak sürüngenler misali…
Sadece soluk alıp veriyoruz, ötesine geçmeden.
Yaşıyoruz insan gibi yaşamayı hak edenlere nispet yaparcasına kaygısızca.
Bazen derin bir soluk almalı ve de düşünmeli dört duvar arasındaki mi mahkumiyet yoksa bizimki mi?
Arzu Oflezer

15 Kasım 2009 Pazar

Ben Neden Cezaevinde Uyanıyorum?

Güzel Ceren'im...
Annenin sizin için yazdığı bir yazı daha bugünkü (15.11.2009) Radikal 2'de yayınlandı.
Duygu ve düşüncelerimi biliyorsun. Muhtemelen yazıyı okmuşsundur.
Ama en azından bir "belge" olsun diye burada da yer veriyorum.
Seni çok özledik hepimiz...



Ben Neden Cezaevinde Uyanıyorum?

Yüreğim, zaten paramparça değilmiş gibi, bin bir eziyet “cezaevi görüşüne” gittiğimde, kız kardeşimin isyan duvarına çarpıp yeniden un ufak oluyor:

“Ben neden cezaevinde uyanıyorum” diye haykırıyor.

Siz dışarıdakiler, ne yapıyorsunuz, diye soruyor.

Niye durumumuzu anlatmıyorsunuz, diyor.

Niye beceremiyorsunuz diyor.

Suçluyor.

Haksız mı?

Kim verecek bu sorunun cevabını:

Neden benim canım kızlarım cezaevinde uyanıyor?

Neden 6 aydır zindana tıkılılar?

Neden?

Yavrularımı bir sabahın köründe yataklarından söküp alan bu karabasanın nedeni ne?

Hırsızlar mı, arsızlar mı?

Soyguncu mu, vurguncular mı?

Katiller mi, çeteciler mi?

Kime ne kötülük yapmışlar?

Madem bunların hiçbiri değiller, öyleyse niye mi tutuklandılar, hapis yatıyorlar?

Ben size söyleyeyim:

Çünkü iyiler

Çünkü iyi niyetliler.

Çünkü hiç birimizin olmadığı kadar iyiler ve iyi yürekliler.

Gözleri, kötüyü/kötülüğü göre göre körleşmiş birileri, iyiyi/iyiliği göremiyor/tanıyamıyor.

Kızlarımın yazgısını ise onlar belirliyor.

Benimse, kız kardeşim isyanına ve kızımın suspus iç yıkımına eşlik etmekten başka elimden hiç bir şey gelmiyor.

Onlar 6 aydır pisipisine cezaevinde de, ben sanki özgür bir güne mi uyanıyorum?

Onlar isyanda ve yıkımdayken benim hayatım başka türlü mü?

Annemim, babamın, kardeşlerimin, yeğenimin, bütün ailemin hayatı ne türlü?

Canım kardeşim, ne desen haklısın; biz dışarıdakiler var ya; bir halta yaramıyoruz:

Hiçbir şey beceremiyoruz: Uğradığınız haksızlığı sonlandıracak bir şey yapamıyoruz.

Sağır kulaklar duysun, donmuş yürekler sevgiyle çözülsün diye ööööööle bekliyoruz.

Becerebildiğimiz sadece sevmek.

Sizi her zamankinden çok ve herkesten çok seviyorum.

Elimden sadece bu kadarı geliyor canım kızlarım

Boşu boşuna ve nafile gayret, avazım çıktığı kadar kör kuyulara haykırıyorum:

Neden kızlarım cezaevinde uyanıyor?

Nevin Pakize Sütlaş

05 Kasım 2009

Radikal Gazetesinin Pazar Eki Radikal 2'nin 15.11.2009 tarihli ve 683 sayılı nüshasının 7. sayfasında yer almıştır.


19 Eylül 2009 Cumartesi

Hikayemdir

Sevgili Ceren'im

Tam 4 ay 3 hafta oldu özgürlüğün elinden alınalı.
Bunu hak etmediğini herkes söylüyor. Henüz içeriğini bilmediğimiz iddianamen yargılamanızı yapacak olan 9. Ağır Ceza Mahkemesi'ne sunulmuş.
Geçtiğimiz pazar günü Radikal 2'de annenin "Hikayemdir" başlıklı yazısıyla senin bu kişisel kısa tarihine bir not daha düşüyorum.

Hikâyemdir

13/09/2009

Sevgi timsali yavrumu, kıpır kıpır kelebeğimi zindanlara tıkan, rengarenk çiçekli bahar dalımı solsun diye yolmaya çalışan ülke mi bizim vatanımız?

NEVİN SÜTLAŞ

Bir kız doğurdum. Harika bir bebekti, harika bir çocuktu ve harika bir genç kız oldu. Her dem ve yaptığı her şeyle övünülecek bir evlada sahip olmak, bir anne için nasıl keyifli bir şeydir bilmem bilir misiniz? Öznel olduğumu, bu nedenle yanıldığımı düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Onunla tanışan herkes aşağıdaki paragrafa katılacaktır: Kızım sevimli ve sevgi doludur. İnsan sever, hayvan sever, doğa sever ve de yurt severdir. Bunların içi boş kelimeler olduğunu düşünmeyin. Ceren içlerini tıka basa dolduranlardandır.

Sevmenin bedeli vardır. Ceren yaşamı boyunca, bütün bu sevgilerin yüklerini bilerek ve isteyerek taşıdı. Bildi çünkü bilgi sahibidir. Gereklerini yerine getirdi çünkü bilinç sahibidir. Keşke Ceren için söylediklerim benim için de geçerli olsaydı.
Bilgiyi bilinç düzeyine aktarmayı zaten geçelim, ben öyle kayıtsız şartsız sevenlerden de değilimdir. Bazı insanları hatta neredeyse çoğunluğunu sevmem. Na’palım ben bir elitistim, öyle popülistlerden falan değilim, diye övünürüm. Pis-pasaklı, tembel-çıkarcı, arsız-yalancı diye başlayan sevmediklerimin listesi uzar gider. Ceren ise herkesi sever. Birinci sınıf sanatçıyla/bilim insanıyla nasıl dost olabiliyorsa, sokaktaki tinerciyle de “paket yapmaktan bile aciz” diye öfkelendiğim tezgahtarla da dost olmayı becerir.

Ben hayvanlardan pek hazzetmem. “Ev hayvanı” kavramının insanların bencilliklerinin yansıması olduğunu düşünürüm. Bu türden rasyonalizasyonlarımın arkasına saklanır, hayvanlardan uzak dururum. Ceren ise hayvansız bir dünyanın olamayacağı bilincini, yanında yöresindeki hiçbir hayvanı “okşamadan geçememek” noktasına ulaştırdı. Uzun bir bayram izninde, tam da tatile gidecekken, kapımızın önünde can çekişirken bulduğumuz, belediyenin zehirlediği bir sokak köpeğine, koca tatil boyunca doktorluk, hemşirelik ve de hizmetçilik yapmak zorunda kalmışlığım, elbette, Ceren yüzündendir.

Benim doğaseverliğim de göstermeliktir. Güzel manzaralar karşısında mayışmaktan, fırsat buldukça çayır çimene uzanmak, dağa bayıra yollanmaktan ibarettir. Her köyün ve de kentin çıkışında varlığı şart çöp dağlarına öfkelenmekten ibarettir. Ceren ise doğayı bilerek isteyerek tahrip edenlere karşı verilen savaşımın katılımcılarındandır. Bergama’larda canı yananlardandır.

“Burası bizim vatanımız”

Benim vatanperverliğim de epeyce tartışılır. Adaletin çivisinin çıktığı, sağlık sisteminin tümüyle paraya havale edildiği, eğitimin sil baştan yok edildiği bir ülkeye sevgim, su muhallebisi kıvamındadır. Müzmin akıl hastası ile ağır zeka özürlüyü zorla gerdeğe sokup, hasta bir yığın çocuğun üretimi için kutsal evlilik ortamı hazırlayan iyi niyetli insancıkların döşediği cehennem taşlarına bekçilik etmekten hoşlanmıyorum. Asla okumaz ama “her dem her konuda konuşur” aydın müsveddelerinin taştığı ekranlardan bıktım. Baldır meme pazarı günlük çarşaflardan da. Neyin ve kimin sayesinde okuduğu/eğitim alabildiği konusunda asla kafa yormamış, ulaştığı aydınlığın bedelini ödemesi gerektiği bilincini edinmemiş, sadece tünediği koltuğun forsu konusunda uzmanlaşmış yiyicilerle aynı havayı solumaktan da bıktım. Yeniyetmelerini kocamış kopukların cüzdanlarına doğru iteleyip umduğunu bulamayınca ciyaklayan yoz ebeveynlerden, aklını bacak arasında unutan çürük heriflerden, donunu yıkamaktan acizken beyni vitrin camında çıkartma olmuş moda sapkını kenarın dilberlerinden falan da yıldım. Anlayacağınız yurt ve yurttaş düşkünlüğüm de epeyce su kaynattı. Dünyanın en uzak ve en ücra köşesine gitmeliyim.

“Bu ülkeden bir an önce çekip gitmeliyim” havasına iyice büründüğüm bugünlerde, Ceren’imin yurt sevgisi hâlâ taptaze. “Nereye gidiyoruz anneciğim, burası bizim vatanımız” diyor, tıkıştırıldığı dört duvarın arasında soluğu boğulurken.
Sevgi timsali yavrumu, kıpır kıpır kelebeğimi zindanlara tıkan, rengarenk çiçekli bahar dalımı solsun/kurusun diye yolmaya çalışan ülke mi bizim vatanımız? Köpürmüş köpeklerin salınıp taşların bağlandığı yer mi bizim vatanımız? Biz değilsek bu ülkenin sahibi kim? Aklın, ahlakın ve vicdanın mezar yerini bileniniz varsa haber versin, çiçeklerim hazır, ziyarete gideceğim...

Bağlantı:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=954278&Date=19.09.2009&CategoryID=42

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Dört ayı da tamamladık


Güzel kızım, Ceren'im

O duvarların arkasında geçen dört ayı da tamamladınız.
İnsana en büyük "ders"leri yaşayarak öğreniyor.
Bir çok şeyi bildiğimi düşünürdüm.
Bilmediklerimin çokluğunu her geçen gün bana daha bir kesin fark ettiriyor.
Senin de benzer duygu düşünceler içinde olduğunu düşünüyorum.
Sevgili Şehbal'in dün yolladığı ve ancak bunlarla birlikte okuyacağın mesajındaki sözleri de, daha önce duysam da onun yazdıklarıyla fark ettiğim ve öğrendiğim bir gerçek.
"İyilik de, kötülük de sonsuza kadar sürmez" diyor mesajında. Üstelik de bunu hem kişisel yaşamından, hem de o sırada yeni döndüğü Bosna'da gördüklerine atıf yaparak söylüyor.
Gerçekten de öyle.

Geçen hafta bu yıl üçüncüsü düzenlenen Beyoğlu Sokak Şenliği'ne denk geldim. Hemen sen aklıma geldin. Dışarıda olsaydın eminim mutlaka sen de orada olurdun. Çıktığında en azından resimlerini görürsün diye fotoğraf makinemi çıkarıp biraz fotoğraf çektim. Özellikle sokakta dans edenleri görünce senin de orada olmanı çok istedim.
Yandaki küçük fotoğraf o anı gösteren bir kare...

Sana yıllar önce, sen henüz dünyada bile yokken bir kurgusal şiirimsiyle seslenmiştim. Şimdi senin olduğun durumun tersini yazmıştım. Kuşkusuz yazarken pek çok başka şeyi düşünmüştüm. Ama o demirlerin ardında olanlarla önünde olanların değişebileceği hiç aklıma gelmemişti.
Bu şiiri şimdi senin ağzından değiştirecek kadar "şairliğim" yok.
Yine de seninle paylaşmak istiyorum.
Kimbilir belki de sen karşılık olarak birşeyler yazmak istesin.
Sonrasında da sürdürürsün...

Seni seviyorum.

GÖRÜŞ GÜNÜ

kapıdan girdi bir çocuk
yedi yaşında var, küçücük
kapkara saçları iki yanda örük
kenarda omzunda silahı ile bir asker
dudağının kenarında
sönmüş bir izmarit gibi gülücük
duvarlar ve tel parmaklıkları gizliyor
ikiye bölünmüş özgürlük

"İşte baban..."

bir koşu tutturur tellerde eller
uzanan parmaklar aradan kelebek gibi
soğuk demirde eriyen bir sıcaklık
gülen gözlerinde iki damla yaş annenin
uzamış sakalına değiyor adamın, babalık

"-Anneciğim, neden hâlâ orda babam?"

bunu anlayacak kadar büyüdün
doğar doğmaz ağlanası dünyayı görüp de
sormuştun gözlerinle acıları

"-Nasılsın yavrum?"

bu söz iki kişiyedir
biri ötede üç kişilik vücudun ağzında
gerisini sözcükler anlatmaz
ayrı kalınan günler bakışlara çakılı
üç başın üçü de dimdik ikiye bölünmüş dünyada

"-Görüş saati tamam..."

yönler ayrı duvarlara doğrudur
gidilen yerler aynı olsa da
ve...

-içerde de dışarıda da mahpusluk zordur,
hele yedi yaşında bir çocuk ve yanıtlanamayacak sorularla-

"-Kızım bu bir dünyadır
anan, ben, sen üçümüz bir canda,
ayrı damda, gözlerimiz yarada...
ellerimiz yaşanandadır"

demek ister
son bir bakış
çıkarken yanıtı gelir
bekleyeninden

"-Sana sevdiğin bir kaç şey getirdik"

daha bir tutunasın diye düşlerine.
sonrası
sessizlik

1981

13 Ağustos 2009 Perşembe

Canım kızım



Bana ne kadar az gelirdi de meğerse seninle ne kadar çok konuşurmuşuz. Konuşmalarımızı özledim.

Hatırlar mısın bilmem, ben bazen sohbetin orta yerinde başka bir iş yapmaya koyulurdum da sen yanıma gelip "ama ne güzel konuşuyorduk anne" der, yapmaya çalıştığım işi durdururdun. O zaman içim sevinçle dolardı. Kızım benimle konuşmaktan sıkılmıyor tam tersine zevk alıyor diye gizlice sevinirdim.

Bir annenin çocuğundan alabileceği en büyük armağan bence budur. Evlatları ile doğru düzgün iletişim kuramayan hatta küs olan ebeveynleri bilince, birbirini zorlukla taşıyan anne-kızları gözlemledikçe, bu sevincim daha da artardı.

Senin kendi bedenini ve yaşamını doldurup etrafına da taşan o yoğun sevgi, ikimizin iletişimini de şekillendirdi hep.

Herkes, sevilmek, herkesin sevgilisi olmak ister. Bazıları sadece isterken bazıları ise bunun için çok çabalar. Ancak çok az insan bunu becerir. Sen hep becerdin. Seni tanıyıp sevmeyen birini bilmiyorum.

Bilirsin sanırım, bir çerkez atasözü vardır "Bir insanı yüzüne karşı övmek ayıptır, çünkü ona -senin övgüye ihtiyacın var- demek anlamına gelir ki bu da o insana hakaret sayılır" der.

Senin övülmeye ihtiyacın yok bilirim. Yazdıklarım benim ihtiyaçlarım nedeniyledir.

Sadece kendinin değil benim, babanın, Sevim’in, hepimizin umut tazeleme kaynağısın.

Teninin kokusunu özledim yavrum.

Yüreğinin -ve de aklının- gücü hiç bir zaman bugünkünden daha az olmasın kızım.

Annen

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Yaşamdan “öznel” portreler...

GİRİŞ
Bir babayım. Bir özel yaşamım, o yaşam içinde duygularım var. Her baba gibi kızımı çok seviyorum. Onun yaşayacağı her sıkıntı kaç yaşında, ne zaman, hangi nedenle olursa olsun beni de sıkıntıya düşürüyor. Ben de zaman zaman tüm babalar gibi “duygusal” olabiliyorum.
Aslında düşündüklerimi ifade eden bir insanım. Bir yerde bunu olmazsa olmaz bir görev ve sorumluluk olarak belirledim.
Yalnız yaptıklarımızdan değil, aynı zamanda yapmadıklarımızdan da sorumlu olduğumuzu söyleyen Moliere’e sonuna kadar katılır, dahası bunu yaşamımın temel felsefesi sayarım. O nedenle kişisel internet sayfamın başlığında bu söz yer alır.
Yanlışa “yanlış”, doğruya “doğru” demeden duramam.
Kimse bunu benden istemese de, bu yaptığımdan hoşnut olmasa da bunu yapmayı görevim sayarım. Bazen bedeli “büyük” olur. En büyük bedel “anlaşılamamak”tır. Dahası aslında sevdiğin ya da sevmesen bile herhangi bir çelişki ya da çatışma içinde olmayan insanların “senden uzak durmaları”dır.
Bildiklerimi paylaşmak eğer bundan birileri “yarar sağlayacak” ise benim açımdan çok önemlidir.
Yaptığım işi “kurallarına uygun olarak”, “kimseye zarar vermeden yapmak” ise en temel ilkemdir.
Şimdi bildiklerimi ifade etmekle, bir babanın duygusallığının bıçağın keskin ağzından bile daha ince olan noktasındayım. En küçük bir kıpırdanma ve yanlış davranış beni de yaptıklarımı da parçalar.
Ama ne yapayım ki, “Bostancı’daki kanlı operasyon”un ardından üç aydır yaşadığımız bu somut ve yakıcı sorunla ilgili olarak, bildiklerimi ifade etmek zorundayım. Bunu kendim için ya da “özgürlüğünü yitirmiş olanlar” için yapmıyorum. Mahkeme kararında geçen ve göz önünde tutulan “olayın toplumda meydana getirdiği büyük sarsıntı ve infial”in giderilmesi, tam tersine “uçsuz insanların her gün artan ve derinleşen mağduriyetlerinden” kaynaklanacak “toplumda meydana gelecek büyük sarsıntı ve infialin” önlenmesi için yapıyorum.
“Hukukun üstünlüğü ve adalete” olan inanç ve güvenç duyan bir insan olarak kendimi bu duygunun sarsılmasının doğuracağı sonuçları öngörerek bunu yapmak istiyorum. Çünkü hukuk ve adalet ortadan kalktığında her şeyden önce “birlikte yaşamak” olanaksız hale gelir.
Sizlere arka arkaya her hafta burada, muhtemelen daha önce tanımadığınız ama bu “ilk yazı” yazıldığı sırada “üç aydır yok yere özgürlüklerinden yoksun bırakılan” insanları tanıtacak, onlara dair benim “öznelliğimin” belirlediği portreler sunacağım. Yazdıklarıma inanmayabilirsiniz, bana güvenmeyebilirsiniz. Ama bunu söylediğinizde o zaman “gerçekleri ve doğruları ortaya koyma görevi” sizin de sorumluluğunuz olur. Bunu “yapmasanız” bile!
İlk haftaki yazıma en yakınımda olan ve en çok bilgiye sahip olduğum insandan kızımdan başlıyorum.

BİRİNCİ HAFTA:

BİR PORTRE CEREN SÜTLAŞ



Onlar “yok yere” özgürlüklerinden “yoksun”lar....

“Nasıl oluyor da, böyle oluyor?”

Ceren Sütlaş benim kızım. 27 Haziran 1983’de İstanbul’da doğdu. Yaşamının ilk 1,5 yılı hariç hep İstanbul’da yaşadı. Mesleği “Su Ürünleri Mühendisi”, ama müzisyen, dansçı, organizatör... Üç aydır Bakırköy Kadın Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu.

“Anne bu keçi İngilizce biliyor...”

İki yaşında bir kız çocuğu o. Annesi ve babasından ilk öğrendiği şeylerden birisi “düşünmek”. Sorular sormak, yanıtlarını aramak ve bu süreç içinde düşünmek.
Bir gün, her gün gittiği kreşten yürüyerek gelirken dönüş yolunda bir bahçede otlayan iki keçiyi görür. Onların yanına gider, yanlarında durur ve sözlü olarak onlara selam verir. Birkaç kez bunu yinelemesine karşın keçiler ona aldırmaksızın otlamayı sürdürürler. Üzüntüyle yanlarından uzaklaşır ve annesinin yanına gelir. İlk sözü “anne bu keçiler İngilizce biliyor!” olur.
Çünkü o keçiler “Türkçe” selamı almadıklarına göre “Türkçe” bilmiyor olmalılar diye düşünür. Türkçe’nin dışında ev ortamında duyduğu ve varlığından haberdar olduğu ikinci dil “İngilizce”dir. Bundan yola çıkarak, “Türkçe bilmediklerine göre, herhalde İngilizce biliyor olmalılar” çıkarsamasında bulunur, minicik kafasında. Üstelik çekinmeden bunu da ifade eder. Bu onun “ince, naif, aykırı, farklı, belki de aptalca denilecek kadar safça” bir düşünüş biçimine sahip olduğunu göstermez mi sizce. Ama önemli olan ne düşündüğü değildir. “Düşünmeyi” bilmesi ve “ifade” etmesidir.
Aynı çocuk, kreşteki bakıcı annelerin onlara yönelik anlattıklarından yola çıkarak, birkaç yıl sonra başka bir çıkarsamada bulunur: “Baba kreşteki anneler bize bugün ‘allahlar’ı öğretti”
Bu sonuca varmıştır, çünkü ona anne ve babasının öğrettikleriyle, kreş annelerinin söylediklerini birleştirince “her zaman, her yerde olan tanrı”nın tek bir tane olamaz. O zaman da ona “Allah” denilemez. Doğru olan “Allahlar” demektir. Türkçe dil kuralları, çoğul olan sözcüklerin sonuna “-lar” ekini koymayı gerektirmektedir.
Beş yaşına geldiğinde ise “demokrasi”yi düşünür ve karar verir. Yine evde olanlardan yola çıkarak. Ona göre demokrasi “çoğunluğun dediğinin olmaması”dır. Anne ve babasına “bir de demokrat geçinirsiniz, bizim evde demokrasi yok ki; çünkü siz iki kişisiniz, ben ise tek kişiyim!” der.
Onun için demokrasi “çoğunluğun dediğinden başka bir şey” olmalıdır. Gerçekte de “öyle”dir.




Farklı ve çok yönlü eğitim
Akranı başka çocuklar birer yarış atı gibi “kolej” sınavlarını başarmak için uğraşırken, o anne ve babasıyla birlikte karar verip o zaman kolej ya da yabancı dille eğitim veren okullara gitmek yerine, 6-7-8. sınıflarda üç yıl boyunca yılmadan ve düzenli bir şekilde bir “İngilizce” kursuna gitti. Liseye başlayacağı yıl temel anlamda “yabancı dil sorununu” çözmüştü ve bundan “büyük keyif” duyuyordu. Onu ödüllendirdik.
O yılın yaz tatilinde İskoçya’daki bir “dil okulu”na gitti. Tam kırk gün süreyle. Olduğu yerde anadilini bilen kimse yoktu. Ağırlıklı olarak “uygulama yaparak” geçen bu eğitim sırasında, yanlarında kaldığı ailenin akranı kızlarıyla güzel bir zaman geçirmekten daha da ötesini başardı. Orada bulunduğu döneme denk gelen “Edinborough Tiyatro Festivali”nde kendi başına “iki oyun” izleyip, kaldığı yere geri döndü.
Henüz 14 yaşındaydı bu deneyimi başarıyla yaşadığında. Yalnız başına burası “yaban eller” demeyip, önce iki saatlik bir tren yolculuğu yapmış, ardından “kendi başına seçtiği” iki oyunu izlemiş, sonrasında da aynı yolu yine tek başına gerisin geri dönerek, henüz gece yarısı olmadan yanlarında kaldığı ailenin evinde olmayı başarmıştı. Bu yalnız onun kendine olan güvenini değil, aynı zamanda ebeveyn olarak ona duyduğumuz güven ve başarısından kaynaklanan gururu da bize yaşatmıştı.
Yabancı dil öğrenmenin keyfini bir kez tatmak, sonrasında az az da olsa, İspanyolca, Fransızca’dan geçerek şimdi iki yıldır “Rusça” öğrenmenin de yollarını ona açtı.
“Bir dil, bir insan”’ın ötesinde “ne kadar çok dil, o kadar çok iletişim ve sosyal ilişki” demekti. Çünkü o neredeyse doğduğu günden başlayarak hep dışa dönük, insanlarla kolay ilişki kuran, iyilik, doğruluk ve güzellik yaratacaksa, her yerde olabilen, herkese katkı sunabilen bir insan olmayı, yalnızca bir alışkanlık değil, bilinçli bir seçim olarak seçen bir insan oldu.
Bunda annesi, babası ve yakın çevresindeki yakınları dışında, pek çok başka insanın da katkısı ve payı olduğunu teslim edelim.
Çocukluğundaki kişisel ve kendine dair duyarlılıkları, giderek yaşamı “yaşayarak” tanıma ve anlama, başka bir deyişle yaşamı “deneyimleme” tutumunu doğurdu.
Bir baba olarak bunları gözlemlemek, bu gelişim ve değişimi izlemek her zaman benim için büyük bir keyif ve gurur nedeni oldu.
Tüm bu nedenlerle o henüz 14 yaşındayken, kararlarını kendi alabilen ve uygulayabilen bir “birey” olmayı başarmış, sorumluluğunun ve yapması gerekenlerin farkında bir insandı.



Müzik, dans ve eğlence
Ona öğrettiğimizi düşündüğüm ikinci özellik “çok okuması”ydı. Küçüklüğünde kaldığı odasını, evin salonundan duvar bir kitaplıktı ve tıka basa kitap doluydu. O akşamları kitaplara “iyi geceler” dedi, sabahları da ilk “günaydın”ını da hep kitaplara dedi.
Okumanın insana kazandırdıklarını o erken yaşta fark etmişti. Ama okumanın “yapmanın, üretmenin, eylemenin” de çıkış noktası olduğunun farkında ve bilincindeydi.
Ona küçükken sorduğumuz, “büyüyünce ne olacaksın” sorusuna verdiği ilk yanıtın “dansöz” sonrakinin de “itfaiyeci” olması sanırım onun bir birey olarak kendi yaşamında yeğlediği yönelimlerin bir ipucunu oluşturuyordu.
Henüz 6-7 yaşındayken başladığı “müzik macerası” ilkin herkes gibi “flüt”le başladı, sonra “gitar”la, en sonunda da “piyano” ile sürdü. Keyif aldığı zaman çalıp, ezberleyip söylediği ezgiler, müzik parçaları, sesini kullanma biçimi, ve çaldığı enstrümanlar giderek onun bu işi hem kendisi hem de içinde yer aldığı çevresi için gerçekleştirme noktasına getirdi.



Özgürlüğünü yitirmesine kadar üç yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü “Warada Müzik Grubu”yla yaptıkları, onlara katılması ve kendini her anlamda kabul ettirmesi, onun bu anlamda eriştiği noktayı göstermesi bakımından dikkât çekici noktalardan birisi oldu.
Onun için müzik hep dansla birlikteydi hep. İlkokuldaki “halk oyunları” grubundaki deneyimi, daha sonraları “Latin Dansları”yla sürdü. Bu alanda eriştiği bilgi ve deneyimle, “Türkiye Dans Sporları Federasyonu” içinde “Latin Dansları Hakemliği”ne yükseltti onu Hem kuramsal, hem de uygulama olarak geldiği bu nokta çeşitli yurt dışı etkinliklere katılmasını sağladı.
Tenis oynamak, ata binmek, yüzmek, bir sağlık sorunu yaşayana kadar sürdürdüğü dalış sporları dahil sporun bir çok türünü yapması onun bedenini eğitme anlamındaki tutumunu da yansıtıyordu.
Gezmèyi, yeni yerler, çevreler insanlar tanımayı her zaman yeğledi. O bir “dünya” insanıydı ve dünyanın her yeri onun eviydi. Kanarya Adaları’nda olduğu kadar, Munzur suyu’nda da aynı keyif ve mutluluğu yaşayarak gezmeyi biliyordu.



Bir “organizatör” olmak
Yaşamdaki kararlarını kendisi verenler, yaşamları için gerekli kaynakları da kendileri bulurlar. Üstelik de bunu keyif aldığı işleri yaparak sağlarlar. O da her zaman bunu ilke edindi. Bu nedenle kendine uygun gördüğü bir alan da her türden toplantı ve etkinlik organizasyonlarında görev yapmaktı. Bu alandaki deneyimini, uluslar arası fuarlardan, spor karşılaşmalarına, bilimsel kongrelerden, sosyal faaliyetlere kadar pek çok “organizasyon”un “profesyonel emekçi ve düzenleyicileri”nden birisi olarak kazandı. Her organizasyondaki “tanıtıcı yaka kartı” ve kalem gibi “organizasyonun özel bir simgesi”ni evdeki lambaderin üzerinde biriktirmeyi ve herkese göstermeyi bu nedenle çok sevdi. Onu gözaltına aldıklarında gelen polisler buna bir anlam verememiş ve ona bunun anlamını sormadan edememişti.
Bu sırada elde ettiği ekonomik karşılığın ötesinde, kurduğu arkadaşlıklar, dostluklar, ilişkiler onu bu dünyada var eden ve bağlayan unsurlar arasında oldu hep.
Türkiye’de oynanan ilk uluslar arası futbol şampiyonası finalinde, Avrupa Futbol Birliği’nin Yönetim Kurulu’nda görev yapan bir yöneticinin bir hafta süreyle “mihmandarlığını” yapması, o yöneticinin İstanbul’dan ayrılırken, “yeniden geleceğim ve bana tüm Türkiye’yi gezdireceksin” demesi, yalnız onu değil, bizleri de bu anlamda ulaştığı noktayı göstermesi bakımından mutlu etmişti.
BİA-IPS Vakfı tarafından düzenlenen 1. Uluslar arası Medya Forumu’nun organizasyonundaki gönüllü katılımı ve yaptıklarının yalnız bizlerin değil, söz konusu etkinliğinin katılımcılarının da belleğinde iz bıraktığını söyleyebilirim.



O sadece bir “balıkçı”
Yüksek öğrenim için yeğlediği ve başarıyla sonuna ulaştığı İ.Ü. Su Ürünleri Fakültesi’ni tamamladıktan sonra bu kez açık öğretime kaydolarak “halkla ilişkiler eğitimi” aldı. Cezaevindeyken girdiği sınavlardan sonra eğer tutukluluğu sona ererse, dönem bitmeden bir diploması daha olacak. Bu eğitim onun sürekli olarak yaptıklarına “kuramsal arka plan”ı sağladı. Ama bunun da ötesinde, onun için “öğreniciliğin” yaşamın en temel unsurlarından birisi belki de yaşamın sonuna kadar sürmesi gereken bir “ödev” olduğunu gerçeğini de bize gösteriyor.
Bitirdiği üniversitenin ona yalnız “balıkçılığı” öğrettiğini söyleyecek kadar da, yaptığının farkında ve bilincinde olduğunu göstermesi ayaklarını yere basan bir insan olduğunu ortaya koyuyor.

Barışçı, çatışmasız bir yaşam...
Yaşamı boyunca “kavgadan, çatışmadan, bağırış, çağırıştan” uzak olmayı yeğledi. İnsanların “konuşa konuşa anlaşabilecekleri”ni çok erken öğrenmişti.
O nedenle “politika”ya dair bir şeyleri düşünür ve konuşurken, bu yolda bir şeyler eylerken hep çatışmadan uzakta olmayı da düşündü ve bunu savundu.
“Başka bir dünya”nın mümkün olduğunu söylerken, bunun yolunun da alışılageldik olandan “başka türlü olabileceğini” en azından tutum ve davranışlarıyla her zaman ortaya koyuyordu.

Onu tanıyanlar bu yaşananları bir türlü anlayıp, anlamlandıramıyorlar. Bu olay ve geçen üç aylık özgürlükten yoksun süreçte, onun en büyük sıkıntılarından birisi, şiddeti kendisine yöntem olarak seçmiş bir insana bilerek, isteyerek yardımcı ve destek olamayacağını, bunu iddia edenlere ve söz konusu iddiaları değerlendirecek olanlara ulaşıp anlatamamak.
O, onu orada tutmaya karar verenlerin verdikleri kararda ifade ettiklerini asla yapacak bir insan değil.
Ama dediğim gibi, ne yazık ki o bunları anlatacak “koşul ve olanak”tan yoksun. O nedenle onlara yardımcı olamıyor; “doğruları ve gerçekleri” kanıtlayamıyor. Başka bir deyişle en büyük üzüntüsü de kendisini “doğru anlatamamak” değil, “hiç anlatamamak”.
Onu ancak yaşamını anlatarak anlayabilirler oysa.

Ben burada bunu yapmaya çalıştım. O benim kızım; bilmiyorum onu yeterince anlatabildim mi?

Eğer bu anlattıklarımı zaten biliyorsanız onun için siz de bunları onlara ve herkese anlatabilirsiniz.
Yok eğer bunları bilmiyorsanız, şimdi öğrendiniz; hep birlikte şu soruyu sorabilirsiniz:
“Nasıl oluyor da, böyle oluyor?”
Kuşkular ancak yanıtlanmış sorularla ortadan kalkar.
Değişim de aslında her zaman “doğru” sorularla gerçekleşir!...
O zaman siz de “doğru soruyu” sorun?
Neden?



30.07.2009

NOT: Bu yazı dizisi BİANET'in cumartesi günleri yayınlanan BİAMAG sayfalarında sürmektedir.

4 Ağustos 2009 Salı

Denizi görmek, denizi istemek



Güzel kızım merhaba,
Dün bir kez daha görüştük. Yüzündeki gülümseme bizi de ısıttı.

Cuma günü sevgili Tunç'un "çıkınca ne yapmak istersin" sorusuna "denize gitmek" diye yanıt vermişsin.

Sana denizi ulaştımam olası değil; tıpkı şu anda senin denize ulaşmanın mümkün olmaması gibi. Yaşamın gerçekliği bu.
Yine de şimdilerde daha çok benimsenen ve içinde biraz da bir küçümseme, aşağılama ve basitleştirme içeren "sanal" sözcüğünün ifade ettiği şekilde bir şey yapabileceğimi düşündüm. Bu nedenle buraya benim çektiğim güzel bir deniz resmini, Ahmet Muhip Dranas'ın anlamlı bir deniz şiiri eşliğinde yerleştiriyorum.

Bir de yine denizle ilgili hoşluk yapıyorum:
Sırf umudumuzu işaret etsin ve bu bloğu ziyaret edenler de buna katılsın diye, senin de sevdiğini bildiğim "deniz ve mehtap" şarkısının bir klibini "Dairo Moreno"nun orjinal sesiyle yerleştiriyorum.

Bir nokta daha var. Dün "burada teyp dinlemek yasak" dedin. Sonra da "salsa müziği" dinlemeyi ve dans etmeyi özlediğini belirttin. O istediğin müziği bir şekilde sana ulaştıracağım. Şimdilik onun da bir örneğini buraya koyuyorum.

Bunları yapıyorum çünkü bu "sanal"lıklar, aslında "hayal"lerimizle koşut. İnsan ise "hayal"leriyle de var ve onlar sayesinde gelişiyor, dönüşüyor ve yaşıyor.
Seni seviyorum.

DENİZİ ÖZLEYEN ÇOCUKLAR

Bahar sabahlarında bir, iki, üç, beş, on,
Altın rengi başları altın bir madalyon,
Göğüslerini yelken gibi gere gere.
Ve kollarını doğan güneşe açarak,
Büyük su'yu özleyen çocuklar, yalnayak,
Koşarlar dalgaların koşuştuğu yere.

- Bu bahar toplayınca son güllerimizi,
Coşalım, coşalım, coşalım!
Ve rüzgar Gibi denize doğru koşalım, çocuklar!
Umut en güzeliyse dünyalarımızın,
Şen cennetine değin rüyalarımızın
Şahlanan bir at gibi sürelim denizi.

Ve denizde bir temiz yıldızlı gökyüzü,
Büyük su'yu özleyen çocukların yüzü...

Ahmet Muhip Dıranas
( 1908 - 1980 )

28 Temmuz 2009 Salı

Üç ayı tamamladık


Ceren'im, bir tanem...
Bugün "üç ay"ı tamamladık. Açık görüş vardı ve görüştük seninle.
Mutluluğun ne kadar bizi sevindirdiyse, geleceğe dair umudunun azalması ve durumun uzun süreceğine dair kabullenmen de beni bir o kadar üzdü.
Her ne kadar büyük bir "yanlış"ın mağduru olsan da, ben bu ülkenin vatandaşı olarak yaklaşık 54 yılı geride birakmış, biraz okuyup yazan, ülkenin yöneticilerinin yaptığı yanlışları her fırsatta, koşul ve olankaları ölçüsünde ortaya koyup eleştiren, daima demokrasiden, özgürlükten ve barıştan yana olan, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü savunan bir insan olarak, tüm eksik, yanlış ve gecikmelerine karşın "yargı"ya güvenen bir insanım. O yargıyı pek kişi, kesim ve güç sahibinin etkileri altına almak istediklerini izliyor ve biliyoum. Yine de o yargıya güenmek istiyorum. Çünkü bu güven ortadan kalktığında hem kişisel olarak, hem de toplumsal olarak "bir arada bulunmamızın en temel dayanaklarından birisi ortadan kalkmış, bir vatandaş olarak haklarımız ve hukukun üstünlüğü ihlâl edilmiş olacaktır.
O nedenle bu "yanlış"ın fark edileceğine, "doğru"nun galip geleceğine inanmak istiyorum.
Bu inancımın bedelini somut olarak öncelikle sen, sonra da senin bu yanışın mağduru olmanı ve özgürlüğü yitirmeni önleyemeyen bir insan olarak ben de ödüyorum.
"Adalet"in bir gün -umarım çok geçikmez- gerçekleşeceğine inanıyorum.

Ellerinin sıcaklığı
Görüş boyunca ellerin ellerimin arasındaydı. Sımsıcaktı. Dahası benim elimin aracılığıyla "yaşama tutunduğunu" hissettim o sırada.
Şimdi düşününce, senin belki ismen bileceğin değerli hukuk insanı "Faruk Erem"in sözleri aklıma geldi.
O hukuk, adalet, suç ve suçlular üzerine yazdığı "Bir Ceza Avukatının Anıları" adlı kitabında bir idam mahkumunun son anlarını anlatırken, "ellerinden soğumaya başlamıştı" diyordu.
O anıdaki mahkum, henüz asılmadan önce yaşamla bağını kestiği için, tıpkı bir ölü gibi elleri soğumaya başlamıştı.
O nedenle ellerinin sıcaklığı yaşama olan bağının kuvvetini hissettirip beni yukarıda söz ettiğim "adalete yönelik inanç ve güvenci" çoğalttı.

Gözlerindeki ışıltı
Güzel kızım, bugün ulaşabildiğim arkadaşlarıma senin özgürlüğünden yoksun olalı "üç ay olduğunu" söyledim ve senin herkesten bir mektup ya da kart beklediğini belirttim.
Daha önceki çağrılarıma pek yanıt veren olmamıştı. Ama inanıyorum ki bu kez, yaptığım çağrıya daha çok arkadaş, dost ve yakınımız yanıt vererek sana mektup ve kart akını olacak.
Uluslarası Af Örgütü bu tür kart ve mektupların bir hedef için çok anlamlı olduğunu yıllar önce kanıtlamıştı. Eminim ki, sana gelen kart ve mektuplar da bu ülkedeki adalete inanan, ona güvenen ve onu savunanları güçlendirerek, senin ve birlikte olduğun suçsuz insanların "özgürlüklerine kavuşmalarını" sağlayacak, bu yönde çaba sarf edenlere güç verecektir.
Lütfen kendini üzme ve kuvetini yitirme...
Seni seviyorum.
Benimle birlikte herkes de seviyor.

17 Temmuz 2009 Cuma

BENİM HAPİSHANELERİM-Neşe Yaşın'dan

Ben hiç hapse girmedim. En uzunu 24 saat süren gözaltıları saymazsak hapsedilmeyi yaşamadım. Ama hapishaneler üzerine çok düşünürdüm. Oralarda hayatın nasıl geçtiğini, neler yaşandığını, işkenceleri... Ben de “içeride” olabilirdim. Buna çok yakındım. Bir keresinde kıl payı kurtulmuştum. Hapishaneye hiç girmedim ama onun korkusunun gölgesi hep üstüme oldu diyebilirim.
Gözaltıların birinde Lefkoşa’nın göbeğinde bulunan polis merkezinde 16 saat bir hücrede tutuldum. Geçenlerde oradan geçiyordum ve bir tadilat yapıldığını; binanın bazı bölümlerinin yıkıldığını gördüm. Benim hücrem yıkılacak diye ödüm koptu. Çünkü Kutluğ Ataman’la bir hayalimiz vardı bizim... Lefkoşa’nın göbeğindeki o bina birgün Çağdaş Sanat müzesi olacaktı ve benimle yaptığı 1+1=1 videosunu oraya yerleştirecektik.
O hücredeki anılarımı genelde eğlenceli bir hikaye gibi anlatırım. Bunu yapmak beni rahatlatır. Elbette çok zor ve acıydı ama şimdi onu bir macera gibi hatırlamak ve gülüp geçmek istiyorum.
Tutuklanacağımı bilmiyordum ve o gün çok şık giyinmiştim. Dünyanın son hipilerinden, doğada yaşamayı seçmiş bir arkadaşımın arastadan aldığım kumaştan diktiği şahane uzun eteğim ve ipekli bluzum üstümdeydi. Beni o hücreye götürürlerken erkeklerin hücrelerinin önünden geçmemiz gerekiyordu ve önce bütün erkekleri hücrelerine kilitlediler. Kadınlar için tek bir hücre vardı ve sanırım o yıllarda pek kullanılmıyordu. Beni getiren sivil giysili kadın polis: “Çok üzgünüm. Şiirlerinizi de çok severim” diye çekingen bir yakınlık ve teselli göstermiş ve çaktırmadan taşın üzerine serebilmem için yedek bir bataniye vermişti. Taş yatakta bir güzel uyuyacaktım ama karnım aç olduğundan uyku tutmadı; sabaha doğru dalmışım. Sabah, uzun eteğim ve ipekli bluzumla Pamuk Prenses gibi uyandığımda erkeklerin hücreleri ikiye bölen demir parmaklığın kenarından beni seyretmekte olduklarını fark ettim. Hep beraber teselli etmeye çalışıyorlar ve “Bu ülkede çok haksızlık var. Bir ihtiyacın varsa çekinme bize söyle. Alışırsın merak etme” gibi şeyler söylüyorlardı.
Yapılan Uluslararası kampanya nedeniyle davama devam edilmedi ve hapse girmedim. Aslında bunu denemek pek de fena olmazdı belki... Ya da dışardan öyle görünüyor.
Bir keresinde, Lefkoşa’daki hapishaneye bir kadın tutukluyla röportaj yapmak için girmiştim.
Kezban, kızına göz diken sevgilisini öldürmüştü. Hapishanedeki tek kadın tutukluydu. Kadınlar bölümü olarak ayrılan geniş mekanın kraliçesiydi sanki. Mekan, inanılmaz temizdi. Yere bal dök yala cinsinden... Kezban, hergün temizlik yapıp her yanı parlatıyordu.Bir de kendimi bir çiçekçi dükkanında sanmıştım içeriye girdiğimde. Çılgınlar gibi çiçek yetiştiriyordu. Kızının getirdiği saksılarda çiçekleri üretiyor, zamanını onlarla geçiriyordu.
Çok mutsuzdu... Oradan nefret ediyordu. Ama orası hiç de filmlerdeki hapishanelere benzemiyordu. Ben konuk olduğum için o kıstırılmışlık, kapanmışlık duygusunu hissetmemiştim belki de... Sanki Kezban’ın evini ziyarete gelmiştim. Çıkarken onu da yanıma alıp gidebilecektim. Kezban’ın kızı, serbest kalabilmesi için milletvekillerinden imza topluyordu. Bir umut vardı.
Birkaç ay sonra gizlice Kıbrıs’ı bölen sınırı geçerken yakalanmayı göze almış; yakalanırsam Kezban’ın yanına gidip ona arkadaşlık edeceğimi düşünmüştüm. Ama maalesef ya da ne iyi ki yakalamadılar.Başkalarının
da daha önce benimle aynı işlemi yaptığı izlenimini veren, eğilmiş dikenli tellerin üstünden atladım. Koşa koşa koruluğu geçtim ve beni bekleyen arabaya binip uzaklaştım.
Türkiye’deki hapishanelerin birinde bir şair mektup arkadaşım vardı.Bir arkadaşımın nişanlısı da aynı hapishanedeydi ve o yolla da haberleşiyorduk. Şair arkadaşımın aynı hapishanenin kadınlar hücresinde bulunan sevgilisiyle evleneceği ve hapishanede nikah yapılacağı haberi geldi. Nişanlısı hapiste olan arkadaşım, çok heyecanlanmıştı. Nikah töreni “açık görüş” anlamına geliyordu. Nikah için Çanakkale hapishanesine gidecek ve yıllar sonra sevgilisine sarılabilecekti.”Ben de seninle geleyim” dedim. Çok heyecanlıydık. Onu giydirip süsledik. Ben de şık giyinmiş elime bir buket çiçek almıştım. Oraya gidince durumun vehametini gördük. Sevdiklerini görme, onlara sarılma umuduyla pek çok mahkum yakını gelmişti. Hep birlikte içeriye giriş izni almak için savcılığa gitmiştik. Ben gerçek anlamda bir mahkum yakını olmadığım için ötekilerden daha rahattım. Elimde bir buket çiçekle ayrıksı biri olarak kalabalığın içinde oturuyordum. Devlet mevlet korkusu da bilmediğimden savcıya gülümsedim ve sanki söz konusu olan anlı şanlı Türkiye hapishanelerinden biri değilmiş gibi “Merhabalar efendim, Kıbrıs’tan arkadaşımın nikahı için geldim” dedim.” Size özel izin vereceğim” diyerek elime izin belgesini tutuşturdu. Biraz sonra ağlamalar ve çığlıklar boy gösterdi. Sadece on kişi girebilecekti içeriye ve buna nikah sahibinin ailesi karar verecekti. Ben on birinci kişiydim.Özel izinliydim. Sanırım gelinin babasıydı karar verecek olan. On kişiyi seçmişti ve arkadaşım aralarında yoktu. Kahrolmuştum. Elimdeki izin belgesi bir ihanet belgesine dönüşmüştü. Ona vermek istiyordum ama bu mümkün değildi. Ben de girmemeye karar verdim tabii ki. Onunla kalacak ve teselli etmeye çalışacaktım.
Arkadaşım o kadar çok ağlıyordu ki sonunda on kişi arasına seçilen yaşlı bir amcanın içi acıdı. Yıllardır göremediği oğluna sarılmaktan feragat edip yerini arkadaşıma verdi. İçeriye girdik sonunda. Ben birbirine sarılanları gözlerim dolu dolu izliyordum. Orada çekilmiş fotoğraflarım var. Gelinle damadın yanında, nasıl ve neden geldiği belli olmayan ayrıksı biri gibi duruyorum.
Bundan sonraki hapishane maceram yıllar sonrasına gider. Bir şiir festivali için Kolombiya- Medellin’e gitmiştim. Muhteşem bir festivaldi. Açılışı 6000 kişi izlemişti. Her şair 10 yerde okuma yapacaktı. Bana verilen listede Casa Bella Ventura diye bir yer belirtilmişti. İspanyolca bilmediğimden ve Rumcadaki kastro (kale) sözcüğünden ötürü nedense bunun bir kalede yapılacak bir dinleti olduğunu düşünmüştüm. Oteldeki odama bir telefon geldi o sabah ve dinleti saatinden iki saat önce resepsiyona inmem ve pasaportumu da yanıma almam söylendi. Şaşırmıştım. Sonra, bunun bir hapishane olduğunu öğrendim. Zapatista kadın şair, Almanya’da sürgünde olan Cezayirli bir şair, devrimci edası olan Kolombiyalı bir şair ve ben hapishanede şiir okumak üzere yola çıktık. İlk gördüğüm manzarayı asla unutmayacağım.Tellerle ayrılmış uzun bir koridorda çok şık ve seksi giyinmiş onlarca güzel Latin kızı bir cıvıltı içinde bekliyorlardı. Ne olduğunu anlayamadım bir an. Sonra öğrendim. O gün hapishanenin eşlerle buluşma ya da seks günüymüş. Mahkumlar eşleri ve sevgilileriyle birer saat bir odada yalnız kalabiliyorlarmış.Oda sayısı da sınırlı olduğundan sabah gelip sıra bekliyorlarmış. Kayıt yaptırmak ve bileklerimizi mühürletmek için gittiğimiz bölümün yanındaki parmaklıklar ardında da farklı bir heyecan vardı. Daha çok genç ve sevgilisiz oldukları belli olan bazı mahkumlar parmaklıklar ardından kızları görmeye çalışıyorlardı. İspanyolca bilen arkadaşım gençlerden birinin söylediğini işitince gülmeye başladı. “Ne diyor?” dedim.” Ben şu uzun siyah saçlı olanı beğendim” demiş. Hapishanenin içinde ise bir başka sürpriz vardı. Geniş bir bahçeye girdik önce. Sonra bizi hapishanenin günlük gazetesinin bürosuna götürdüler. Burası gerçek bir gazete ofisi gibiydi. Canlı yayın yapan bir de televizyonları varmış.” Kusura bakmayın, bugün eşlerle buluşma günü; dinleti pek kalabalık olamayacak ama üzülmeyin biz koğuşlara canlı yayın yapıyoruz.” dediler.
Kalabalık olamayacak deseler de amfi tiyatronun yarısından fazlası doluydu. İçerde birbirine sarılmış şiir izleyen iki sevgili de vardı üstelik.
Ben hiç hapse girmedim; daha önce de söylediğim gibi... İki kez gözaltında ve hücrede tutuldum. Birini nedense anlatmak içimden gelmiyor. O ilkiydi ve 1980 öncesi Türkiye’deydi. Bunlar kadar eğlenceli değildi. Cinsel taciz filan vardı. Çıktığım zaman alttaki şiiri yazmıştım. Üniversiteye doğru giderken içimde dizeler çağlıyordu adeta. Çok özel bir şiir değil ama o dönemki ruh halimi yansıttığı için nedense severim onu. Hepsi bu...

ONURU KORUMAK İÇİN

Dişi bir kaplan olacağım
onuru korumak için
duru bir göldür diye
yüreğimdeki sevda
dişi bir kaplan olacağım

Dişi bir kaplan olacağım
Çocuklarım için, insanlarım için
fidanları kırmasınlar diye
sevgim pazara çıkmasın diye
ve tanklar girmesin diye
papatya tarlalarına
Yırtıcı, zeki ve yiğit
bir dişi kaplan olacağım
boksör emeklileri polis oldukça

Kemancıların kollan dans ederken
sessizce ağlarken piyanodaki adam
orkestralarda
çalınırken dünyanın en güzel parçaları
bir kuş uçarken
ilk kez gülümserken bir bebek
Beşparmak dağlan yemyeşilken
ve sevgilim kahkahalarla gülerken
elektrik şoku verilmesin diye
ceylan bakışlı bir gence
Dişi bir kaptan olacağım

Yeryüzü güzelken
ve insanlar kıvranıyorken acılarla
karşımızdaki panzerse copsa
Üzerime yürüyorsa karanlık yüzlü adamlar
hatta tutsaksam
kıskıvrak yakalanmışsam hatta
dişi bir kaplan olacağım
onuru korumak için

Neşe Yaşın'ın yazısının orjinali...

Neşe Yaşın'ın Ceren için yazdığı not:
16 Temmuz, 09:54
Sevgili Mustafa,
Ceren'e ulaştığında benden de çok selam söyle.
Sevgiyle, Neşe

9 Temmuz 2009 Perşembe

2 Ay 14 Gün

Cerenciğim merhaba,
Bloğunu oluşturduğum ilk gün içinde "dört" arkadaşımız, dostumuz mesaj bıraktı.
Üçü "benim" arkadaşım, birisi de "senin".
Ama hepsi de seni seviyor, seni tanıyor.
Bloğa bırakılanlar dışında bana yazan, seninle daha önce karşılaşmamış başka arkadaşlarım da bana yazarak, arayarak mesaj gönderdiler, özgürlüğüne kavuşman için umutlarını, dileklerini ilettiler.
Oraya taze çiçek yollamamıza izin vermiyorlar.
Oysa bilirim çiçekleri çok seversin. Bugün bloğuna bir "beyaz gül" koyuyorum. Kokusunun sana ulaştığını düşünerek.
Bugün cuma; öğleden sonra sesini duyacağım.
Sana bloğundan ve mesajlardan söz edeceğim.

Seni kucaklıyorum.

Tam 2 ay 13 gün oldu...


Sevgili Kızım
Tam iki ay on üç gündür özgürlüğünden yoksunsun.
Ancak ayda bir kez aramızda bir "masa" ve hemen arkamızda görevliler olduğu sırada birbirimize sarılabiliyoruz. Her ayın üç haftasında da aramızda çift cam varken ve ancak telefonun ilettiği kadarıyla görüşebiliyoruz. Üç haftadır da beni arayıp, bir "on dakika" taleplerini iletebiliyorsun.
Sevdiklerine "sarılma" şansın senin de yok. Yalnızca "üç" arkadaşınıe eğer gelebilirlerse "çift cam"ın arkasından görebiliyor, telefonla seslerini duyabiliyorsun.
Henüz "iddianame"n hazırlanmadı. Doğayısıyla ne zaman yargının karşısına çıkacağın ve neyle suçlandığın da belirsiz.
"Suç"suz bir "ceza"nın "çeken"isin.
En kısa sürede özgürlüğüne kavuşman tek dileğimiz.
Bu sayfada seni sevenlerin, sana ulaştıracakları mesajlar yer alacak.
Eğer öğrenir de yazarlarsa...

Seni çok seviyorum...